2015cevdetkudret1

14 Kasım 2015 Cevdet Kudret Ödül Töreni  – Konuşma Metni

Rüzgârın anlattıklarını duyduğumda çocuktum. Yaprakların fışırtısının, oyuklardan kayan seslerin bana birer hikaye anlattığına emindim. Uzaktaki köpek tam havlaması gerektiği yerde havlıyor, okul zili tam yerinde çalıyor, kaynayan çayın fokurtusu tam yerine düşüyor, pencereler tam olması gereken yerde buğulanıyor ve annem hikâyenin sonu gelmeden seslenip, beni gerçeğe, yine gerçeğe çağırıyordu. Her bir sesin üzerine bir kelime, sonra diğerine bir kelime daha eklediğim günler… Hikâyeleri duyduğum günler… Hikâye benim için önce sesti. Birilerinin hikâyeleri. Bir şeylerin sesleri. Hayatın yankısı…

Büyüdükçe bu ritmi kaybettiğimi düşündüğüm anlar oldu. Hayat söyledikleri kadar karmaşıktı. Kör Pencerede Uyuyan bu karmaşanın içinde cesaretle o eski sesi, o ritmi arama çabamdır. Gezindiğim yolu, ancak sezgilerimle bulabildiğim yerdir. Yazar olma durumunun çelişkisiyle, bir dil, biçim ve anlam arayışıyla sürdürülen bir çabaydı bu. Çünkü yazmak tek başına çıkılan ve nereye varılacağı da kestirilemeyen belki tedirgin edici ama kesinlikle coşkulu bir yolculuk. Bunu bana Kör Pencerede Uyuyan öğretti.

“Dünya iki kere yaratılır. Birincisi olduğu haliyle, ikincisi kendini destanlaştırdığı haliyle.”[1]  Hikâyeler benim için hep, dünyayı anlama çabasının bir tezahürü oldu. Dünya çocukluğumdan beri ikiye ayrılıyordu. Gerçekte olan ve öyküsü olan. Öyküye dönmüş her şey, gerçeği anlamamı kolaylaştırdı. Artık yazmanın benim için, dünyaya ve insana yönelik anlama çabasıyla meyyal bir yeniden anlam üretme uğraşı olduğunu biliyorum.

Yazma isteğimin temel nedenini bu anlama isteği, dünyaya yönelik bu merak ve şaşkınlık oluştururken; yazmanın diğer ayaklarından birinin de elbette hayal gücü olduğunu biliyorum. Ancak, yaratmayı, yazmayı yeterince büyük bir istek ve yetişkinliğe özgü bir çabayla, yer yer zorlayıcı da olabilen bir gönüllülükle sürdürmek zaten başlı başına hayalci bir tutum. İşte işleri zorlaştıran, belki biraz da karmaşıklaştıran da bu. Yazmanın bu hayalci, keyifli ve tam da bu yüzden çocuksu yanı benim için her seferinde yaşamanın kendisiyle çarpıştı. Yazmak için gereken tutku ve çaba, hayata yönelik merak ve şaşkınlıkla birleşince, beni yazmaya ittiği kadar yaşamaya da itti. Çelişkimin ve tedirginliğimin temel dinamiğini genelde bu oluşturdu. Hayatın kısalığının verdiği acelecilik, zamanımın hem yaşamaya hem de yazmaya yetmeyebileceği korkusu beni bu iki tarafın gerilimi içinde ayakta tuttu, alesta bekletti, çabam için gereken cesaret ve gücü verdi. Sonunda teslim oldum, çünkü yazmak için en çok ihtiyaç duyduğumuz şey zaten, hayat. Ve sonunda, yazmanın hiç bitmeyen, her şeye sirayet edip alanını genişletebilme kararlılığına sahip kendine özgü bir eylem olduğunu da kabul ettim. Tüm bunları Kör Pencerede Uyuyan ile gördüm.

Yazmaya genellikle soruyla ya da sorularla başladım. Yazdıkça sorular çoğaldı, şekil ve yer değiştirdi, anlam kaydı, genişledi, daraldı. Bunu da yine yolculuğum boyunca gördüm. İnsanı izledikçe zamanın yalnızca doğrusal değil, aynı zamanda yatay da ilerleyip genleşebildiğini, ayrıntıların çeşitliliğinin bazı önemli hatıraların ve sırların kapatılmasında ustalıkla kullanılabileceğini Kör Pencerede Uyuyan’ı yazdığım süre boyunca idrak ettim. Peşine düştüğüm şey işte bu yatay zamandı. Önemsiz kabul edilen bazı ayrıntılar, söylenmemiş sözlerin ve suskunlukların, söylenenlerden hatta gürültüden daha fazla ses çıkarabileceği gerçeği, zamanın acımasızca geçiyor olması, hatıraların tahrip gücü, insanın tüm bunların ortasında kalakalması ama en çok da anlar… Aradığım hep buydu. Tüm bunların birer sese, öyküye dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği sorusu etrafında gezinip durdum. Meselelerim bunlardı.

Mesele demişken… Elbette bir sorum olduğu müddetçe yazmak isterim. Ama bu meseleyi bir öykü haline getirirken ondan hiç sözetmemeye çalıştım. O zaten eğer iyi bir öyküyse, bu maraz bir tortu olarak, bir duygu olarak, öykü bittikten sonra geriye kalacak olan şeydir. Yazma uğraşım boyunca bir dil ve ses arayışında oldum ama öykülerin şairane olmamalarını istedim. Zamanı mesele edinmelerini ama nostaljik olmamalarını, belki dokunaklı olmalarını ama duygusal ya da hüzünlü olmamalarını, bir maraz ile yola çıkmalarını ama dertlerini kusmamalarını, bazen gizli bazen açık bir isyan ve öfke ile yazılmalarını ama didaktik olmamalarını istedim. Bir diğer kaygım ise biçim ve içeriğin elele olması, ne birbirlerini boğmaları ne de birbirlerinden bağımsız hareket etmeleriydi. Biçim ancak içerik onu istiyorsa, birbirlerini istedikleri için ve istedikleri kadar olsun istedim. Biçim içeriğin ancak bir tezahürü bir sonucu olsun istedim.

Çıktığım bu yolculukta artık, yazmanın hayalci olduğu kadar, başlı başına bir itiraz olduğunu biliyorum. Bunu kabul ederek yazmaya devam etmek istiyorum. Yazmak dünyanın nasıl bir yer olması gerektiği konusunda bana reçete sunmuyor, püf noktası vermiyor, ağrıma derman da olmuyor, olamadı… Ama buranın nasıl bir yer olduğunu idrak etmeme yarıyor. İşte bu yüzden merakımın hiç bitmemesini dilerim. Bu bana yazmak için muhtaç olduğum bir meseleyi verecek, yeni sorular sorduracaktır, diye umuyorum.

Şimdi bu yolun sonunda burada sizlerle birlikte olduğum için, hikâyemi sizlere de anlatabildiğim için mutluyum. Kitabımı ödüle layık gören değerli jüri üyelerine, sevgili editörüme, yazmam için gerekli olan alanı hayret uyandıran bir olgunluk ve önseziyle bana hep tanımış olan sevgili kızıma ve okurlara sonsuz teşekkür ederim.

Hikâyelerin sesi hep bizimle olsun.

B.Nihan EREN

[1] William Stafford